İçimde, geçmişe ve sana dair öyle çok acı birikmişti ki, alt alta yazılsalar, hiç utanmadan şiir olacaklardı! Bu yüzden kesip bileklerimi kör bir jiletle, giderken söylemeye bile korktuğun her kelimeni tek tek heceledim. Ve kanımla yazdım, kimseye söylemez diye tüm sırlarımı korkusuzca paylaştığım, dört duvara: “Bir şi-zof-ren-sin sen! Se-ni se-ve-mem!”
Bu dört duvar sana büyük bir zevkle ihbar etti yalnızlığımı, güçsüzlüğümü ve ürkekliğimi…
Sen git şimdi! Gidişine tüm melekler isyan etsin… Git şimdi, ölümüne ağıtlar yaksın gözü yaşlı şairler… İntiharlar tadalım, ölümler koklayalım ayrı ayrı yerlerde ve fakat birlikte… Ve uzayın derinliklerinden büyük bir aşk aksın içimize…
Şimdi sen kendine kaç! Kendinden hesap sorsun yaşlı gözlerin! Hesap sorsun intihar! Hesap sorsun aşk! Aynalara hesap ver, hesabını bana vermeden önce!
Kendine kaç sen bu gece eve gidince, kirpikdiplerine yapışan acıları akıt gözyaşları şelalelerine! Sil gözlerininin güzelliğini saklayan o rimeli, sil dudaklarındaki kan rengi ruju, sil ki; dudaklarının çıplaklığına rüzgar çarpsın! Arkasına saklandığın makyajdan başla suratındaki maskeleri parçalamaya!
İçine kaç! Orada beni göreceksin, içinde hiçbir vasıtanın artık sefer yapmadığı o son durakta beni bulacaksın! Ve neyi kaybettiğini göreceksin! İşte o zaman başlayacak aşk! Aşkın ne olduğunu kendinle yüzleştiğinde anlayacaksın ancak!
Ölü Tanrıçalar Diyarı burası… Gözü yaşlı melek sürüleri ağıtlar yakmaya çoktan alıştılar. Git, elbette! Giderken kana boya Düşler Ülkesini çepeçevre saran bembeyaz bulutları! Git artık! Giderken kır tüm pegasuslarımın kanatlarını! Yangınlar mı çıkacakmış ruhumda? Bırak çıksın! Çağlayanlar mı fışkıracakmış gözbebeklerimden? Bırak fışkırsın!
Sen git! Ben alıştım artık, acıları içime gömmeye! Avuçlarımda aşkının kırmızı çelengini taşımaya çoktan alıştım!
Git gidebildiğin yere kadar! Ölü Tanrıçalar Diyarı burası! Bir Tanrıça cesedi daha çok gelmez, içimdeki şizofren şairler mezarlığına!
* * *
Gideceğini bile bile sevdim seni; bana bunca acı çektireceğini bile bile! Bana asla yetmeyeceğini bilmeme rağmen her şeyimi sana adadım. Mutlu olmaktan zaten çoktan vazgeçmiştim; yıllarımı seni mutlu etmek için harcadım. Bazen yaş olsa da gözlerinde, bazen somurtsa da yüzün, mutlu olduğunu sandım çoğu zaman; seni mutlu ettiğime inandım.
Gideceğini bile bile sevdim seni; beni en zor günümde yapayalnız bırakacağını bile bile! Gittin diye sana kızmadım!
Beni bıraktın diye kızmadım sana; yalnızca kırıldım! Kocaman bir camekan gibi kırılıp, etrafa savruldum! Öyle ani terk ettin ki beni, şaşkınlıktan kızmaya vakit bulamadım! Hiroşima bile bu kadar şaşırmamıştı üzerine kocaman bir atom bombası düştüğünde, Nûh kavmi bile bu kadar şaşırmamıştı gök yarılıp üzerlerine binlerce ton yağmur boşandığında, Newton bile bu kadar şaşırmamıştı kafasına elma düştüğünde, Arşimet bile bu kadar şaşırmamıştı suyun kaldırma kuvvetini bulup çırılçıplak hamamdan dışarı fırlayarak “Eureka! Eureka!” diye bağırdığında… Hiç kimse ve hiçbir şey bu kadar çok şaşırmamıştı tarihte!
* * *
Şaşkınlığımdan ne yaptığımı bilmiyorum. Gittiğinden beri bitkisel hayattayım. Ateşim 40 derecenin altına hiç düşmedi ve giderek arttırıyor şiddetini yaşadığım içkanama. Sensin ruhumdaki atardamarları neşter olmuş sözlerinle patlatan! Durmuyor, dinmiyor içimdeki tarifsiz acı! Olmuyor, olmuyor, olmuyor! İçimdeki kanamayı durdurabilecek tek doktordun, ameliyatın en önemli yerinde “Sıkıldım artık, taşıyamıyorum!” diyerek beni masada öylece bıraktın ve gittin. Tüm ameliyathanedekiler arkandan bakakaldı. Ne demek sıkılmak? Ne demek taşıyamamak? Hayat kurtaracak bir doktorun sıkılmaya hakkı var mıydı? Bunları sordum yanı başımda kırkbir Yasin okuyan anesteziste; hiçbir cevap veremedi.
Gittiğinden beri gayya kuyusundayım. Önüm ateş, arkam alev, sağım yangın, solum karanlık! Zebanilerin gümüş maşrapalardan döktükleri kaynar sularla abdest alıp, kızgın saçlar üzerinde namaz kılıyorum. Gece oldu mu şeytan, durmadan meze tabakları yolluyor yan masadan! Meze tabağında zehir – zıkkım bir vaat: “O geri dönecek!”
Biliyorum bir daha asla geri dönmeyeceğini, ama yine de memnuniyetle kabul edip bu mezeleri, gözlerimle öpüyorum şeytanın kirli ellerini!
Gittiğinden beri her yan karanlık! Günlerdir Güneş doğmuyor, belli ki bir daha da doğmayacak. Çünkü fırlayınca dudaklarının mancınığından o “Ayrılalım!” emir cümlesi, çıktı Dünya bir anda Güneş’in yörüngesinden ve rotası meçhul bir yolculuğa başladı. Son hızla ilerliyoruz şimdi uzayın derinliklerine doğru. Karşımıza yeni bir yıldız çıkar mı? Bizi ısıtır, bizi aydınlatır mı? Yıldız bizi kabul etse bile, diğer gezegenler buna göz yumar mı? Her yanımıza meteor yağmaz mı?! Bunları sordum acil serviste kalçama sakinleştirici iğne saplayan kör hemşireye; hiçbir cevap veremedi.
Gittiğinden beri yağmur yağıyor şehrin üzerinde, eski sokaklar yeni nehir yataklarına dönüyor son hızla. Kilometrekareye düşen gözyaşı oranını hesaplamaya çalışan delirmiş bir istatistikçiyim artık. Kendi odama bakarak çiziyorum raporlarıma ekleyeceğim grafikleri. Bu kadar gözyaşı nereden gelir? Dayanır mı bir çift gözün musluğu doldurmaya kocaman bir odayı tuzlu gözyaşlarıyla? Kim gevşetti gözlerimin anavanalarını? İnsanın her şeyi su olsa bu kadar yaş akar mı gözlerinden? Bunları sordum gözyaşıma su faturası kesmeye gelen Kirâmen Kâtibin meleklerine; hiçbir cevap veremediler. Gözlerimin sayacına mühür vurup gittiler. Şimdi ne zaman seni düşünsem gözlerim gürül gürül “tısss”lıyor.
Gittiğinden beri her sabah avuçlarımda buluyorum tüm dişlerimi[1]! Yüzümü ellerimle örtüp, yokluğunla öpüşüyorum uzun uzun. Yokluğun her gece benden önce giriyor buz gibi yatağıma ve her sabah benden önce uyanıp itinayla hazırlıyor kahvaltımı. Gümüş bir tepsiyle yatağıma kadar getirip, kahvaltı niyetine uzatıyor önüme intiharı…
* * *
Yeni yetme kız çocuklarının şuh kahkahalar atarak dolaştığı, o sıcak mı sıcak yaz gecesinde, sırtıma ceket niyetine küflü bir ihanet giyerek çıkıyorum İstanbul’un hiç çıkılmamış sahnelerine!
Kim bilir ne zamandır ölümü düşünüyorum, kaçmayı, sığınmayı bir şeylere! Kim bilir ne zamandır mor sarmaşıklar yetiştiriyorum avuçlarıma yuva kurmuş kederde!
Yıkılıyorum an be an yıkılan uygarlıklar gibi; kör gözlerim bakışlarında boğdurulan ilk şehzade! Gözyaşlarım tüm okyanusların atası, ve sevgim kanınla yıkanan ilk cenaze!
Ucu yanık defter yapraklarından taşan, sonu gelmez bir feryat bu içimde yuva kurmuş aşk: öyle asi, öyle yanık, öyle şizofrenik! Ve ben aşkı inkâr eden ilk şair kavminin elebaşısıyım:öyle günâhkâr, öyle korkak, öyle rezil!
Gözyaşı tufanında yapayalnız kalmış bir Nuh gibi, kendi etime çakıyorum bu yüzden beni bindirdiğin ay(kı)rılık gemisinin paslı çivilerini!
* * *
Geri gönder benden (ç)aldığın ne varsa! Geri gönder sana verdiğim ne varsa! Şiirlerimi gönder mesela; sayısı yüzlerce sayfayı geçen mektuplarımı, binlerce mısrayı… Bidonlara doldur senin için akıttığım gözyaşlarımı; damperli bir kamyonun kasasına yükle! Bana gönder! Ben üzerime benzin diye o gözyaşlarını döküp, sana yazdığım o aşk mektuplarıyla tutuşturacağım bedenimi!
Arabeskse arabesk! Orhan’sa Orhan, Ferdi’yse Ferdi! Yeter artık, yakacağım kendimi! Katlanamam yoksa, kaldıramam bu acıyı! Öleyim ulan, öleyim! Öleyim! Öleyim! Ne olacaksa olsun artık!
“Batsın Bu Dünya” ‘ dan başlayıp “Sabahçı Kahvesi” ’nde son bulsun müzik setindeki kaset! Durmasın bir daha çalsın, bir daha, bir daha! Sabaha kadar çalsın, dolsun uzun ince limonata bardaklarına Tekirdağ Rakıları! Biri boşalırken ötekisi dolsun! Dolsun ulan gözlerim; bir kez daha ağlasın bu kahpe terk edi(li)şe, yokluğunun zehir-zıkkım sancısına!
Rakıyla oynanmaz kızım; sen bunu bilmezsin! Bir balerin kız gibi süzülür dudaklarından midene ve döndürüverir başını! Ah, sen nerden bileceksin; sen hiç Rakı içmedin ki!
Şimdi bana yaptıklarını hangi hakim duysa idamla yargılar seni; şansın varsa, yani hakimin insaflı gününe denk gelmişsen, müebbetle kurtarırsın! Öyle büyük birer hakaretti aylardır yaptığın, söylediğin her şey! Varlığın, nefes alışın bile suçtu! Asılman şarttı artık; önce yağlı bir ilmekle asılmalı, sonra kurşuna dizilmeli, sonra da cansız bedenin yakılarak ibret için sokaklarda gezdirilmeliydi! O kadar büyük birer suçtu bana karşı işlediklerin, hadi beni bir kenara bırak; aşka karşı suçtu, hayata karşı suçtu!
Orhan’sa Orhan, Ferdi’yse Ferdi! Kulaklarıma dolsun şimdi arabeskin en sert melodileri! Rakı ulan bu, rakı kadehimdeki! Şeffaflığı sek içilişinden, sanma ki gözyaşlarımdan başka suyla kirlettim içkimi!
Meze olsun bu gece bana acı terk edişin, utanayım! Utanayım gözyaşlarımdan; öyle bir ağlayayım ki kıpkırmızı bir nehir yatağına dönsün yüzüm! Sek Rakıyla pansuman yapayım gözlerimden damlayan ayrılık denen bu iltihaba! Öleyim ulan; öleyim! Ne olacaksa olsun artık!
* * *
Zehirli yılanlarla oynuyor içimdeki tecahül-i arif[2]! Terk edilmek ne biçim şeyse artık, zehir içirtiyor insana çatallı yılan dillerinden! Yeni bir mitoloji kurmaya karar verdiriyor insana; içinde “aşk” olmayan yepyeni bir mitoloji! Ne yapayım şimdi?! Nerelere gideyim? Kirpiklerimin balkonundan aşağıya sarkan bu haylaz şizofreniyi hangi akıl hastanesine yatırayım?! Hangi kızı öpeyim şimdi sen diye?! Hangi kadının tenine değsin yalnızlıktan titreyen parmakuçlarım?
Yeter artık yeter; sayı saymayı unuttum! Abaküs boncuğu olsun bana iri – elâ gözlerin; hiç değilse ikiye kadar saymayı öğretsin! Einstein’ın mezarına kırmızı şarap döksün hüznüm; ki seni ışık hızıyla bana getirsin! İzafiyet, bir aşk zafiyeti olup dolsun ciğerlerime! Adaklar adasın serseri benliğim geri dönmene. Önümde ve arkamda, sağımda ve solumda, altımda ve üstümde ne kadar ins, ne kadar cinn, ne kadar melek varsa şahit yazılsın aşkıma!
Yeter artık yeter; yazı yazmayı unuttum! O uzun saçların dolmakalem olsun, mürekkep diye çeksin içine gözyaşlarımı ve hiç yazılmamış harfler yazsın gözbebeklerimi ortadan ikiye ayıran kederin günah defterine! “Aşk” yazsın mesela, “hasret” yazsın!
* * *
Yavaş yavaş çözdüm düğmelerimi ve köpük dolu sıcacık bir küvete bırakır gibi usulca bıraktım çırılçıplak bedenimi ayrılığının gayya kuyusuna! Her yanım yandı bir anda, yandım kavruldum, yine de “Gitme, yanımda kal!” diye haykıramadım sana!
Öyle çok acıtıyor ki canımı bu ayrılık, kozadan yeni çıkmış kelebekler ölüyor avuçlarımda! Sığınarak gönlüme yuva kurmuş desibeli yüksek çığlıklara, salıyorum kelebekleri gökyüzüne; sana yolluyorum! Avuçlarımda pespembe, avuçlarımda koyu kahve kelebek tozları ile dua etmeye başlıyorum sonra : “ Geri dön bana!”
* * *
Hoparlörlerden şehrin atardamarlarına yayılıyor bangır bangır ney sesleri; neylerden süzülen İsrafil üfürükleri!…
Nerde bozuldu bizim akordumuz? Re Majör’den La Minör’e geçerken olmasın sakın?! İçine atıldığımız rezilliği kimler ayakta alkışladı?! Şu dost sandıklarımız olmasın?
Hani biz İbrahim soyundandık; bu yüzden mi soyunup ayrılık denen ateş denizine atladık?! Hani yakmazdı bizi kâfirlerin yaktıkları ateş? Hangi kavim daha günâhkar olabilir, aşkı inkâr eden etmeye kalkışan kadar?! Bak, İstanbul’un göbeğine kocaman bir ateş yaktı bu kâfirler ordusu. İkimizin de ellerini yaktı bu ateş…
Hani sevgilim, hani biz başkaydık?! Yeryüzünde aşka inanan hiç kimse kalmasa bile biz davamızdan caymazdık? Peki neden üçüncü dereceden yanık şimdi avuçlarımız?! Kim revâ gördü bize bu acıyı?!
Hani biz yaradılan da Yaradan’ı görüp, sonu gelmeyecek ibadetimize öyle başlamıştık?! Şimdi ne değişti? Yoksa Kâbil’i kâtil eden sebep, bizim aşkımıza da mı göz dikti?!
Arkasına bile bakmamıştı Lût, aşkı inkâr eden karısını helâk edilmeye hazırlanan kentte bırakıp giderken! Ama ben, bırakmadım seni; sana bağışladım terk etme şerefini!
Ben sendeki Yaradan Yansıması’nı sevmiştim; şimdi ise şeytanın genel distribütörlüğüne soyundu her hareketin! Adım adım (in)kâr ortağı oldun sanki İblîs’in!
Şimdi Şeytan Ayetleri iniyor gözlerine; sure sure, bâb bâb, tekvin tekvin…