Bilsen Neler Öğretti Yokluğun

Sensizlik bir şamar gibi yüzüme vuruldukça, ben hep sessizliğe sarılırdım dört kolla. Vücudumun her santimetre karesi tutkal gibi yapış yapış bir tutkuyla öpüşürdü hasretinle. Bir ihanetle yeni baştan yüzleşir gibi kilitlerdim o zaman evin tüm kapılarını!

Sarıldığım sensizlik, unutulmuş bir ilahi okur gibi sıyırırdı gecenin ipektengeceliğini ve ben bir tanrıçaya tapar gibi öperdim sabahlara dek yokluğunun yorgun bedenini!

Sensizliğin sonsuz ovalarında yeşeren intihar çiçekleri, fotosentezle değil, kanımla beslenirlerdi geceleri. Çizgisiz beyaz kağıtlarımın üzerine dökülen zehirli bir mürekkep lekesiydi sensizlik, gitgide bulanıklaşarak akardın içime!

Sensizlik, en kalabalık yalnızlığımdı benim, en frenlenemeyen, en şizofren yanım!

Sensizlik; suratıma hunharca geçirilmiş panter pençelerinin bakışlarımda bıraktığı parmakizi! Sensizlik; sessizliğin en yüksek oktavında yazılmış, çığlık çığlığa söylediğim en kutsal ilahim!

Sensizlik; ölüm gibi bir düşten, tam öleceğin anda uyanmak… Sensizlik, en anlatılamayan masalı oysa evrenin, anlatmaya çalıştıkça aslında hiçbir şey anlatmadığını anladığın, anlatılamayacak bir masal sensizlik!…

Sensizlik, bir uçurum gibi akarken yaralı ruhuma, melankolik serçeler çığlıklar içinde kıvranarak ölürlerdi şehrin tenha sokaklarda.

Sensizliği tanımlamaya kalkışınca en hüzünlü haliyle doğardı Güneş, ağaçlar ağlamaklı olurlardı ve koskoca bir sensizlik daha
uykularıma taşınırdı!

Uyanırdım! Yastığımda gözyaşı, yorganımda kan lekesi! İçimdeki boşluğun tüm gücüyle ele geçirirdi tüm hücrelerimi.

Hangi “Düş Sokağı” melodisine demir atsam, içimde birbiri ardına depremler olurdu? Kullandığım alfabeden hangi harfi çıkarsam, içimde açtığın boşluk yok olurdu? Giderken bıraktığın soruların hepsi yetimdi, cevapsızdı, zordu!

* * *

Yoktun! Kim bilir kaç gece odamı kelebek bastı, aşkına adanmış hayallerim hasretinden kim bilir kaç ormanı yaktı! İçimde her gece biraz daha yetim kalan çocukluğum, içimi milim milim kemiren yokluğunla aynı paydalarda eşitlenemedi, ölümden beter hasretin hiç sadeleştirilemedi!

Hayalinle sevişirken yastığımı sırılsıklam eden gözyaşlarım, delirmiş bir kahinin sihirli aynasıydı! Avuçlarına koymuştum ben o mukaddes mirası, o kırık dökük ayna parçalarını! “Geleceğimi söyle bana” dedikçe, tenime sapladın avuçlarındaki tüm cam kırıklarını!
Yoktun! Kıyametin gözbebeklerinde kopacağını, kulağıma sürekli yeni kehanetler fısıldayan, kırmızı döpiyesler giymiş ölü kız çocuklarından duydum…

Bir bilsen neler öğretti yokluğun bana. Şimdi ben, intiharın tek veliahtı, aşk bağımlısı sersem bir şehzade! Sense, korkak bir Azrail müsvettesisin, ağzın burnun kan içinde…

Yoktun! Her sabah, şehrin tüm arka sokaklarını birbirine katan çığlıklarla kopan şafak tanık oldu sadece yavaş yavaş eriyişime…
Gözü dönmüş menopozlu hemşireler, her sabah,  bir orgazm sigarası yakar gibi kırdılar sakinleştirici tüplerini uzun ve ojeli tırnaklarıyla! Ve yeni bir ülke fetheder gibi çiftleştirdiler Akineton ile Norodol’ü aynı şırıngada…

Üç noktalar, giderek “güç noktalar” oldular hayatımda… Sen, yoktun! Yoktun! Yoktun! Yoktun! Durmadan, Akineton masalları anlattım yeşil Diazem kapsüllerine…

Yapayalnız masallar, yapayalnız haykırışlar, yapayalnız intiharlar yaşadım…

Yitik bir ilahi gibi yankılandı uzak uçurumlarda yitirdiğim sesin kulaklarımda! Yoktun, senin için özenle sakladığım basamaklardan göklere uzanan sonsuz bir merdiven yaptım ve kurban edip sihirli denizatlarımı bakışlarına hükmeden peri masalına, kanlanmış göz yaşlarımın buğusuyla destanlar yazdım!

Yoktun! Durduk yerde,hiç yoktan dopamin salgıladım dolu dizgin. Üç vardiya çalışan bir noradrenalin fabrikasına kesin dönüş yaptı tüm hücrelerim.Kaynar sular içtim avuçlarından dolu dizgin akan kandan şelaleden, avuçlarımdan sızan iltihaplı çağlayandan bir yudum sundum hayalinin nemli gözbebeklerine!

Yoktun! Yeni öldürülmüş kavuniçi kurbağalar yağdı gökten! Tüm frenleri patladı sihirli cinlerimizin çektiği kırık dökük at arabasının! Bu yüzden bir gündüz vakti ayışığında, yakarak limanlarıma sığınmış tüm çürük gemileri; yırtık elişi kağıtlarından sarhoş kedimerdivenleri yaptım!

Yoktun! Gözü kara bir sarhoşluğa davetiye çıkarırcasına gezindi siluetin her gece odamın kana susamış duvarlarında. Mors alfabesiyle kekeme şiirler yazdı yağmur odamın kırık dökük camlarına!

Bir şairdim ben, annemin memelerine yapışmadan çok önce, şiirin çeşmesinden kana kana zehir içmiştim. Sense, şiiri alt alta yazılan “kafiyeli dörtlükler” sanırdın. Şiirlerimi sana getirecek olan postacı, belki de bu yüzden aniden öğreniverdi karısının kendisini aldattığını. Ve belki de sırf bu yüzden benzin döküp, sana yazdığım şiirlerin bulunduğu zarfla tutuşturdu deliler gibi sevdiği karısının güzel suratını…
Sen, şiire yazılan her mısranın “baş harfi büyük olur” sanırdın. Yani sen şiirden anlamazdın! Belki de sırf bu yüzden kaçırılıp vahşice tecavüz edildi, bir kutu çikolata karşılığı şiirlerimi sana getirecek olan, masum kız çocuklarına…

Sen hakikaten şiirden anlamazdın! Belki de sırf bu yüzden sana yazdığım şiirleri “hiç okumadın”!

Yoktun, sürgüne gönderip dudaklarımdaki belli belirsiz tebessümü, klavyenin tıkırtıları arasında büyük bir sessizlik senfonisi besteledim… Adının geçtiği tüm şarkıları bir CD’ye kaydedip; kırdım! Kırdım! Kırdım! Kırdıkça kırıldım, kırıldıkça kırdım!
Adının geçtiği tüm masalları yatağımın başucuna koyup; sızdım! Sızdım! Sızdım! Sızdım, pıhtılaşmış bir kan olup, kudurmuş bir yanardağa dönmüş gözbebeklerine! Sızdım, yitirilmiş bir melâike olup, çoktan vazgeçmiş olduğun düşlerine… Yine de içimde yarattığın boşluk sığmadı hiçbir dünya haritasına!

Durdurulmuş zamanın derinliklerinde, yedi milyon yıl bekledim. Yalnızdım, uykusuzdum, çürüdüm, eridim! Deliliğimin en büyük deliliydin! Delirdim! Delirdim! Delirdim!

Beklenen zamanın gelişini bekledim. Yalnız, yapayalnızdım, ıslanmıştım. Otobanda ezilmiş bir köpek yavrusuna bakar gibi acıyarak yalnızlığa terk ettiğin insan, yedi milyon yıl öfke biriktirdi içinde! Hesabı sorulmayacak mı sandın? Unutulacak mı?!

Milyonlarca jilet yarası var şimdi bileklerimde, milyonlarca yalan gözbebeklerimde, ceplerime harçlık niyetine intiharlar doldurdum ve çıktım göklerin efendisine… “İste!” dedi… Sustum… “Öldür beni!” diye haykırdım sonra… “Öldür beni! Öldür beni! Öldür beni!”
İlerleyen zamanın derinliklerinden gelen ayak sesleri ile nefes nefese kalışlarımdın artık… Sûfli cinlerle bölüşülmüş, ve daha hiçbir insana sunulmamış kocaman bir yalnızlığın En İyi Kadın Oyuncusuydun…

Dudaklarımın sunağından sızan kanda boğuldum… Ölemedim! Ölemedim! Ölemedim! Yüzyıllardır yağmur görmemiş bir toprak gibi çatırdadı gözbebeklerim… Üç noktalara hapsedildim… Ben hıçkırıklara kefensiz gömüldüm… Sen her zaman ki gibi sessizliği seçtin… Her gün 24 saat yetmedi senin için ağlamaya…

Öldürdün sonunda beni! Öldürdün! Öldürdün! Öldürdün! Yüzdün, ruhuma dar gelen derimi bedenimden! Koparttın yüzüme bir cenaze marşı gibi çöken gözbebeklerimi gözlerimden!

Öldürdün sonunda beni! Sana en çok ihtiyacım olan anda öldürdün beni sessizliğinle, öldürdün beni vurdumduymazlığınla! Ve kontrolden çıkmış bir şizofreninin katatonyasında, gömdün beni sağanak gözyaşlarıma…

Ellerimde senin için yeşerttiğim intihar çiçekleriyle son kez gelip çaldım kapını…

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top